Çarşamba, Kasım 30, 2011

Pink Floyd hakkında

Pink Floyd progressive-psychedelic rock tarzında müzik yapan efsanevi bir rock grubudur.

1964 yılında İngiltere'de Syd Barrett, Roger Waters, Nick Mason ve Rick Wright tarafından kuruldu.

Gurubun isim babası Syd Barett, Pink Floyd ismini o dönemin iki önemli blues sanatçısı olan Pink Anderson ve Floyd Council isimlerinden yola çıkarak koymuştur.

Grup ilk başlarda jazz müziğini benimseyerek şarkılar yapmaya başladı. Ancak bu sıradışı bir çıkış yapabilmeleri için yeterli değildi.

İlk önemli çıkışlarını 1967'de çıkan Arnold Layne adlı single ile yakaladılar. Daha sonraları yayınlanan diğer single'larla tüm dünyada adlarından söz ettirmeye başladılar.

Şarkılarında kullandıkları bateri ve gitarları jazz ve blues alt yapılarıyla farklı akort kullanmaya başladıklarında kendi tarzları da ortaya çıkmaya başladı.

Ortaya çıkan müziğin tarzı rock veya jazz'a benzemiyordu. Blues'da değildi. Bu karmaşık tarz müzik otoriteleri tarafından "The Pink Floyd Sound" olarak benimsendi.

Tüm dünya artık Pink Floyd'u ve ortaya çıkan yeni tarzı konuşuyordu. Alışagelmiş müziklerin dışında ilk defa bir grup farklı bir şekilde müzik yapılabileceğini tüm dünyaya ispat ediyordu.



1973 yılında yayınlanan Dark Side Of The Moon adlı albüm en önemli Pink Floyd albümüdür. Albüm o kadar başarılı oldu ki, tüm dünyada 40 milyondan fazla satarak tüm zamanların en çok satan ikinci albümü olma başarısını elde etti. Albüm o güne kadar yayınlanan tüm Pink Floyd albümlerinden farklıydı. Saksafon, bayan vokalistler, Wright'ın piyano kullanarak şarkılara caz havası katması ve grup elemanlarının günlük hayatın sorunlarını tartıştıkları ses kayıtları bu albümde kullanılmıştı. Şarkılar farklı yapılarda olsa da aslında albüm tamamıyla insan hayatını temel almaktaydı.







Grubun ikinci önemli abümü The Wall 1979'da yayınlandı. Bu albümde "Pink" adındaki bir karakterin doğumundan itibaren olan süreç incelenmiş, savaş, babaya duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma gibi konular işlenmişti. Aynı ismi taşıyan bir filmi de vardır. Albümde bulunan "Another Brick In The Wall" isimli şarkı büyük başarı kazanmış, şarkı günümüzde bile çok dinlenmekte ve video klibi youtube'da en çok izlenenler arasında yer almaktadır.



1983 yılında Final Cut adlı albüm yayınlandı. İçerik bakımından The Wall albümünden pek farklı değildi. Bazı eleştirmenler albümü beğense de, bazıları The Wall abümünün artığı olduğunu söylediler. Pek çok otorite tarafından benzer şekilde eleştirilmiş grubun bir kriz içinde olduğu söylentileri konuşulmaya başlanmıştı.

Grup 1983'ten 1994'e kadar geçen sürede grup elemanlarının solo albümleri dışında hiç albüm yapmadı.






1994 yılında son albümleri olan The Division Bell yayınlandı. Albüm çıkışından sadece 2 hafta sonra ABD'de 1 numara olmuş, o güne kadar özlemle yeni albüm yapmalarını bekleyen hayranlarına da muhteşem bir hoşçakal hediyesi olmuştu.




1995 yılında "Marooned" ile Grammy ödülünü kazandılar.







Grup kurucularından Syd Barrett, 7 Temmuz 2006'da hayatını kaybetti.





Grubun piyanisti Richard Wright, 15 Eylül 2008 tarihinde yaşamını yitirdi.





2004'te ise Nick Mason "Inside Out" isimli Pink Floyd kitabını yazdı.





Roger Waters 1985 yılında gruptan ayrıldı. Üstün zekası ile gruba damgasını vurdu. Bugün pek çok kişi için Pink Floyd denince ilk akla gelen Roger Waters ve Dark Side Of The Moon'dur.






Roger Waters şimdi 68 yaşında ve şu sıralar yeni bir rock albümü üzerinde çalışıyor. 20 Haziran 2006'da Kuruçeşme Arena, İstanbul'da bir konser verdi ve Dark Side of The Moon albümünün tamamını canlı çaldı.
Roger Waters - Kuruçeşme Arena konseri 20-6-2006

Pazar, Kasım 27, 2011

foton kuşağı ve 2012



Elde olan veriler, bilinen döngünün 26.ooo yıl olduğu, bu geçişin belirtisi olan Schumann Rezonansı’nın değişimi ve Foton Kuşağı içerisinde bulunan yıldızların varlığından ibaret. Foton Kuşağı güçlü elektromanyetik radyasyona sahiplik eden yoğun bir uzay boşluğu ve bazı x-ışınlarını da içermekte. Galaksi içerisine akan manyetik bir ışık olarak ta tanımlayabiliriz.

Foton Kuşağının merkez alanına girilmesiyle birlikte yaşanılması beklenen fiziksel ilk etkileşimler ise şu şekilde sıralanıyor yayınlanan bir çok raporda:

1. gün: 21 Aralık 2012′de kör bölgeye giriş, tüm canlıların beden tipinin değişmesi, hiçbir elektrik aygıtının çalışmaması, tam karanlık.

2. gün: Atmosfer basıncının düşmesi, herkesin kendisini şişmiş hissetmesi, Güneş’in yeterli ısıtamaması, dünya ikliminin soğuması (buzul çağı soğuğu).

3.-4. gün: Atmosferin şafak vakti gibi sönük bir ışıkla aydınlanması, foton etkisinin başlaması, foton enerjili aygıtların çalışabilir hale geçmesi, yıldızların yeniden gökyüzünde belirmeleri.

5.-6. gün: 24 saatlik gündüz devresine giriş, kör bölgeden çıkıp ana foton kuşağına giriş, tüm canlıların güçlenip zindeleşmeleri, dünya ikliminin ısınması, foton ışınıyla çalışan gemilerin uzayda yolculuk yapmaya başlaması, telepati, telekinezi gibi psişik yeteneklerin ortaya çıkışı (uyanış, süperbilinç).


Bütün canlılardaki değişim

Yaşadığımız bu dönem ve beklenen değişimler kutsal kitaplarda, mitolojide ve bilim adamları tarafından da ayrıntılı şekilde incelenmişti. Raporlara göre, Foton Kuşağı’na girildiğinde, gökyüzü ateş gibi gözükecek, ancak soğuk olacak. Bu değişim ve yansımalar elbette ki içine girilen kuşağın etkileriyle birlikte ortaya çıkan kimyevi değişimler ve tranformasyonların sonucunda kendilerini açığa çıkaracaklardır. Kuşağa ilk önce güneşimizin girmesi halinde ani bir karanlığın olması da söz konusu, ki bu sürenin 110 saat kadar sürmesi tahmin ediliyor. Güneşsel radyasyon ve Foton Kuşağı’nın arasındaki etkileşim gökyüzünün yıldızlarla dolu gibi gözükmesine neden olacak. Dünya bu kuşağa girdikçe tüm moleküller uyarılmış olacak ve atomlar mutasyona uğrayacaklar. Bu duruma bağlı olarak fiziksel yapılarda (insanla birlikte hayvan ve bitki aleminde de) farklılıkların meydana gelmesi bekleniyor tabii ki.



Bilimsel veriler, ciddi ve hızlı bir değişim olduğuna işaret ediyor

Rus bilim adamları tarafından açıklanan değişimler de galaksinin merkezinden gelen enerjinin varlığını teyit eder yönde. Dr.Alexey N.Dmitriev’in çalışması gösteriyor ki gezegenlerin atmosferleri, gezegenlerin kendileriyle birlikte büyük bir hızla değişim geçiriyor. Örneğin Mars atmosferi zamanla daha kalınlaşıyor; Ay, kendi atmosferini oluşturmakta. Ya da bu tarz bir değişimi kendi gezegenimizde görebiliyoruz: atmosferdeki HO(hidroksit) oranı daha önce hiç ölçülmediği kadar fazla. Bu oran küresel ısınma, florkarbon emilimleri ya da bu tarz oluşumlar sonucu oluşmuyor; sadece kendilerini gösteriyorlar. Gezegenlerin manyetik alanları ya da parlaklıkları da hızla değişiyor, artıyor. Jüpiter, Venüs, Uranüs ve Neptün, bu sonuçların alındığı gezegenlerden.



Foton kuşağı kuran'ı kerim'de de anlatılıyor.

AYETLER, Nûr 35
(Medenî 102) Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.

Nûr 36
(Medenî 102) (Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu (öyle kimseler) tesbih eder ki;

* Nur: Gerek duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olan vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç tecellî ve doğuşların hepsine de nur denilir.


Cuma, Kasım 25, 2011

KARŞI / LAŞMA

...kimi için mutluluk; zamansız bir ölümün peşinde olmaktır..


seyrettiğim en orijinal türk filmlerinden biri diyebilirim.
tıpkı yönetmenin daha önceki filmlerindeki gibi durağan bir tempoyla başlıyor film. filmin başında bir şeyler tahmin etmek zor gibi çünkü başlarda her şeyin nasıl olduğu ile ilgili pek ipucu verilmiyor. filmin sürreal havası sizi biraz sıkabilir başlarda, sanki diyaloglar biraz fazla düzgün diye düşünebilirsiniz. ben başta biraz kafa yormam gereken bir film gibi algıladım, sanki eski romanların birinden uyarlanmış hissini verdi bana o yüzden dikkatli seyretmem gerekir diye düşünmüştüm, aslında öyle olmadı, düşündüğümün aksine daha anlaşılır ve takibi kolay oldu benim için. oyunculuklar gayet iyi, mekanlar iyi, filmde ışığın bilinçli olarak az kullanıldığını düşündüm çünkü sahnelerin bir çoğu david lynch filmleri gibi karanlık ve kasvetli. bu filmi biraz gizemli bir havaya sokmuş. bu aslında hoşuma gitti.


Filmde zaman zaman klişeleşmiş diyaloglar veya sahneler olduğu hissini kapılabilirsiniz ama buna takılmayın. yönetmen sadece sizi çok farklı bir mekana, çok farklı olayların yaşandığı bir yere götürüyor ve incelikle yazıldığı belli olan bir senaryonun ortasına bırakıveriyor. bunu yaparken de büyük bir ustalıkla yapıyor. ben bu filmi post-modern klasikler arasına koyuyorum.

Yönetmen: Ömer Kavur

Oyuncular: Uğur Polat, Çetin Tekindor, Lale Mansur, İsmail Hacıoğlu, Aytaç Arman

Senaryo: Macit Koper, Ömer Kavur

Yapım yılı: 2002

Salı, Kasım 22, 2011

AUGUSTE ESCOFFIER

Mutfak tarihinde gelmiş geçmiş en büyük şeflerden biri olarak bilinir. 1846 yılında Fransa'nın Villeneuve-Loubet kentinde doğan Escoffier, 13 yaşında amcasının Nice şehrindeki restoranında çırak olarak çalışmaya başlar. O yıllarda Nice başta olmak üzere Fransa'nın Akdeniz'e bakan güneydoğu kıyısı yeni bir tatil beldesi olarak ün kazanmaktadır. İngiliz ve Avrupa sosyetesini yeni gözbebeği bu bölgedir. 13 yaşındaki Auguste Escoffier, mesleğe ilk adımlarını işte böyle bir ortamda atar. Usta olunca Paris'e geçer ve orada büyük bir sükse yapar. O zamanki gazeteler, Escoffier'in çalıştığı restoranda Paris sosyetesinin sırada beklediğini yazarlar. Şef daha sonra Lucerne'e ve oradan yine Fransa'nın güney kıyısındaki Monte-Carlo'ya geçer.

Escoffier'in hayatındaki dönüm noktalarından birini, Ritz otellerinin kurucuları Bay Ritz ve bay Echenard ile tanışması oluşturur. Birlikte Londra'da Savoy Hotel'i açarlar. Escoffier, bugun ``beş yıldızlı´´ olarak andığımız, tarihte ilk kez yirminci yüzyılın başında görülenn lüks otellerin ilk örneklerinden olan Savoy'un mutfaklarını kurar ve örgütler. Bir otel mutfağının hangi bölümlerden oluşacağı, nasıl bir düzen içinde yönetileceği, mutfak çalışanlarının görev ve yetkileri ilk kez Escofier tarafından bilimsel bir biçimde yapılmıştır.

Diğer yaratıcı şefler gibi Auguste Escoffier de, 62 yıllık meslek hayatında bazı yemekler yaratmıştır. Bu yemeklerden en ünlüsü Tost Melba'dır. Avusturalyalı opera sanatçısı Neillie Melba'nın onuruna isimlendirdiği Tost Melba, şarkı söylemeden önce yemek yiyemeyen, ancak midesindeki açlğı karnını doyurmadan bastırmak isteyen ünlü şarkıcı için Escoffier'nin Üçgen biçiminde kesip çok ince dilimlediği tost ekmeğini fırında kızartarak hazırladığı bir çeşit sanviçtir. Ülkemizde de yenilen tosta benzer özellikler tasımaktadır.

Auguste Escoffier için en anlamlı söz Alman İmparatoru 2. Wilhelm'e aittir. Hazıradığı yemekler karşısında büyük bir hayranlık gösteren İmparator, Büyük Şefi kutlamış ve kendisine, ``Ben Almanyanın tek imparatoruyum, fakat siz bütün şeflerin tek imparatorusunuz´´ demiştir. 

1935 yılında 89 yaşında Monte-Carlo'da hayat gözlerini kapayan Auguste Escoffier bir zenaatkar olarak gösterdiği ustalığa, daima yeniliklerin peşinde olan bir sanatçının ince ruhunu, bir bilimadamının tarafsız ve yorulmaz araştırmacılığı ile bitmez tükenmez merakının ekleyerek aşçılığı dünyanın en saygın meslekleri düzeyine yükseltmiştir.

KURABİYE

italyanların biskuviye verdiği isim; Biscotti

tereyağlı ve damla çikolatalı cookie
Kurabiye, tatlıya olan düşkünlüğün gerilemeye başlamasıyla birlikte, mutfaklarımızdan giderek uzaklaşan bir yiyecek türüdür. Ancak teknik olarak konuşulacak olursa, kurabiyenin Batı dillerindeki, mesela İngilizce karşılığı olan “cookie” kelimesi –veya Fransızca’daki eşanlamlısı olan “biskuvi” sözcüğü- tatlı ve tuzlu yiyecekler için ortak kullanılır. Kurabiyelerin ortak özelliği, fırında hamur iyice sertleşinceye ve kuruyuncaya kadar pişirilmiş olmalarıdır. Bisküvi sözcüğünün altında yatan da bu pişirme tekniğidir. 



biskuvi
Bisküvi kelimesi Fransızca’da “iki kere pişmiş” anlamına gelir ve eskiden bu gerçekten böyleydi. İki kere pişirme hamuru iyice kuru ve sert yapmaya yaramaktaydı. Böylece hazırlanan yiyeceğin daha uzun saklanması mümkün olmaktaydı ve bu özellik saklama koşullarının pek de iyi olmadığı dönemlerde bisküvinin yaygınlaşmasına yol açmıştı.

Pazartesi, Kasım 21, 2011

ÇÖVEN OTU


Mersin'in meşhur tatlısı Kerebiç tatlısının olmazsa olmaz bir sosu vardır. Adı Çöven Köpüğü. Kremsi, beyaz, parlak ve şekerli bir sos. O köpük olmadan kerebiç tatlısını yemek neredeyse imkansız.
O muhteşem köpük adını aldığı Çöven Otundan elde ediliyor.


Çöven Otu, haziran-temmuz aylarında beyaz çiçekler açan, 50–60 cm yüksekliğinde çok dallı, çok senelik, kazık köklü, otsu bir bitkidir. Yaprakları sapsız, soluk yeşil renklidir. Çiçekler küçük pembe ve beyaz renklidir. Tohumlar küçük, hemen hemen böbrek seklinde esmer renkli ve üzeri pürtüklüdür. Köklerinin dövülmesinden çöven suyu elde edilir. Memleketimizde 27 kadar çöven otu türü bulunur.
Bitkinin kullanılan kısımları kökleridir. Konya ve Beyşehir havalisinde bu bitkiye dişi çöven ismi verilmektedir. İdrar söktürür. Terletir. Vücuda rahatlık verir. Kusturur ve balgam söktürür. Çöven köklerinde saponin, reçine ve seker vardır. Eskiden beri temizleyici olarak, lekeleri çıkarmak için kullanılır. Memleketimizde ve Yakin Doğu’da “tahin helvası” yapımında da kullanıldığı için buna, helvacı çöveni ismi de verilmektedir. Bazı yörelerimizde ve Kıbrıs’ta, pişirilerek salamura edilen hellim tipi peynirin bozulmaması için suyuna çöven kökü bırakılır. Trakya bölgesinde çöven otundan “köpük helvası” ismiyle beyaz, köpüksü helva yapılır.


Yaygın olarak idrar söktürücü olarak kullanılır. Öksürük kesici ve göğüs yumuşatıcı ilaçların hemen hemen hepsinin yapımında kullanılır. Ateş dürüşücü ve zayıflatıcı etkisi vardır. Kanı temizleyerek, ciltteki sivilcelerin geçmesini sağlar.

Perşembe, Kasım 17, 2011

Mavi Kuş - Blue Bird



bir mavi kuş var yüreğimde 
çıkmaya can atan 
ama ben ondan güçlüyüm, kal, 
diyorum ona, kimsenin 
seni görmesine izin veremem. 

bir mavi kuş var yüreğimde 
çıkmaya can atan 
ama viski döküyorum üstüne 
sigara dumanına 
boğuyorum, 
fahişeler, barmenler ve 
bakkal çırakları hiçbir zaman 
bilmiyorlar onun orada 
olduğunu. 

bir mavi kuş var yüreğimde 
çıkmaya can atan 
ama ben ondan güçlüyüm, 
yat lan aşağı, diyorum ona, 
ocağıma incir dikmek mi 
niyetin? Avrupa'daki kitap 
satışlarını sabote etmek mi? 

bir mavi kuş var yüreğimde 
çıkmaya can atan 
ama zekiyim, sadece 
geceleri izin veriyorum çıkmasına, 
herkes yattıktan sonra. 
orada olduğunu biliyorum, derim 
ona, kederlenme 
artık. 

sonra yerine koyarım yine 
ama hafifçe öter 
tamamen ölmesine de izin 
vermiyorum 
ve birlikte uyuyoruz 
gizli antlaşmamızla 
ve insanı ağlatacak kadar 
güzel, ama ben 
ağlamam, ya 
siz?

Charles Bukowski   16 . 8 . 1920 – 9 . 3 . 1994

Antonin Careme


Mutfak tarihinin en renkli sayfalarını ünlü şeflerin hikayeleri oluşturur. Bunların büyük kısmı, mesleklerinde gösterdikleri parlak başarılarla adlarını unutulmazlar arasına yazdırmışlardır. Ancak bundan iki yüz yıl önce yaşamış Fransız Şef ve Pastacılık Ustası Antonin Careme sadece yarattığı eserlerle değil, aynı zamanda insanin kaderini yetenek ve gayretle nasıl değiştirebileceğini gösterdiği için de ilgi çekicidir.

“O bize yemek yemeyi öğretti” –Rusya çarı I. Alexander 

Yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1783’te Pariste doğdu. 10 yaşında iken üçüncü sınıf bir lokantada çalışmaya başladı. O günlerde tıpkı birçok yerde bugün de olduğu gibi, talihli olanlar, iyi bir ustanın yanında işe başlayabilmek şansını yakalayanlardandı. Pasta ve tatlı konusunda yeteneği sayesinde hızlı gelişmeler gösterdi. Aradan altı yıl geçmeden bu kez ondan yana gülen talih sayesinde Paris’in en iyi pastacı ustalarından Mösyö Bailly’nin yanına çırak olarak işe başladı. Careme’in yeteneğinden ve çalışma azminden etkilenen Bailly, onu cesaretlendirdi. Kısa bir zaman içeresinde ustalaşan Careme’in kreasyonları, Bailly’nin müşterileri tarafından büyük bir beğeni topladı. 

Artık şöhret yolu Careme’in önünde açılmıştı. Ama bu arada bir başka büyük usta olan Jean Avice’in yanında çalışarak mesleki bilgi ve görgüsünü arttırmayı tercih etti. Ondan cok şey öğrendi. Bir çok soylu insan tarafından tercih edilen biri haline geldi ve ünlü “pasta şefi” olarak ünü dünyanin dört bir yanina dağıldı. İngiltere prensi Regent, veliaht prens IV. George ve Rusya’da Çar I. Alexander gibi ünlülerin mutfağını yönetti. En büyük hayali, döneminin en yetkin yemek kitabını yazmak ve basmaktı. Elli yıllık kısa ömrünü tamamlamadan önce bu hayalini gerçekleştirdi. 

Careme’in bir çok yemek kitabı olmakla birlikte bugun bile büyük değer taşıyan önemli eserleri vardır. Bunlardan bazıları: “Le Patissier pittoresque” 1815, “Le Maitre D’hotel Français” 1922, “Le Patisser Royal Parissien” 1825 ve “L’Art de la Cuisine au XIXe
Siecle” 1933. 

Careme ününü yaymak için politik gücü, parayı ve sosyal ilişkileri kullanmaktan çekinmemiştir. Sanatını ancak belli bir kesimin takdir edebileceğine inanıyordu. Kesin olan bir şey var ki Careme’in adı halen daha yarattığı reçetelerde ve ona ithaf edilen tabaklarda yaşamaktadır.


kıskanmak



kıskanmak,
o bile bile eline aldığın
paslı kör bir bıçak gibi..

o iç çekişlerinin en yalın dışa vurumu,
gerçeğin en can yakıcı hali,
en umutsuz mide ağrısı..

o sevimsiz iç gıcıklayıcı cızırtılı
radyonun güçlü frekansı gibi
her istasyonda içini yakan..

o aslında büyük bir düello
samimiyetinle hayal kırıklığı arasındaki.
yaşanmışlıkların şüphe tarafından acımasız infazı..

o aslında umudun yaralandığı, güvenin esir düştüğü 
içgüdülerin ve mantığının ortak hüznü,
belki de hayatının en yıkıcı savaşı..

kıskanmak,
bile bile mutsuzluğu göze alan
o tatlı sevimli biricik gözü yaşlı sevgililerin 
ortak çaresizliği..

Çarşamba, Kasım 16, 2011

Glass Armonica



1700'lü yıllarda icat olmuş bu alet, söylenenlere göre dinleyen kişileri delirtiyormuş ve bu sebepten yasaklanmış.

18.yy da benjamin franklin tarafından bulunan "glass armonica" enstruman dan çıkan notalar yüzünden müzisyenler ve dinleyecilerin delirdiği gözlendiği için tamamen yasaklamıştır(yada korku yüzünden insanlar çalmayı bırakmıştır). 

armonica dan çıkan sesin insan beyni ve kulaklarıyla bilinmeyen bi etkileşimi olduğu varsayılıyor çünkü çıkan ses 1000 ve 4000 hertz aralığında. 4000 hertz altında sesleri insan beyni sağ ve sol kulak arasındaki tam nirengi noktası bulamadığı "katman/safha farklılığına"(phase differences) yol açıyomuş yani sesin nerden geldiğini anlayamayan beyin ambale oluyor buda duyma problemlerine yol açıyor. 

bazı insanlarda deliliğe, depresyona ve birbirleri arasında iletişimde kavgaya kadar götürdüğü söyleniyor.

Blueberry, Mango ve Ahududulu Puding



Malzemeler

(1 su bardağı = 1 cup = 237 ml)
3/4 su bardağı un
1 litre süt
20 gram tereyağı
3/4 su bardağı şeker
250 ml Blueberry smoothie
250 ml Mango smoothie
250 ml Raspberry smoothie

Yapılışı

Orta boy bir tencerede smoothie’leri ayrı ayrı 1/3 miktarına azalıncaya dek orta ateşte pişirin (yaklaşık 80 ml’ye denk gelecek).

Büyük bir tencerede 20 gram tereyağını eritip 3/4 su bardağı unu kavurun.

Azar azar 1 litre sütü ve 3/4 su bardağı şekeri yedirerek 30-40 dakika koyu bir kıvama gelinceye dek pişirin.

Bir el mikseriyle un topakları yok oluncaya kadar karıştırıp bir kenara soğumaya alın.

1.5 su bardağı muhallebiyi ve 1/3 su bardağına denk gelen smoothie’nizi bir masaüstü mikserine koyup yaklaşık 10 dakika çırparak soğutun. Bunu diğer smoothie çeşitleri için tekrarlayın.

Renklerine göre ayırdığınız muhallebileri dilediğiniz kaplara paylaştırıp buzdolabında soğutun. Afiyet olsun.


Ankara Keçisi



Uzun, kıvrımlı ve ince parlak tüyleri, sarkık kulakları ve o meşhur inatçılığı ama gülümser gibi ifadesiyle..



Osmanlıyı kısa sürede aşiretten devlete ve impararatorluğa yükselten büyük ekonomik gücün gizemi, Ankara keçisinin öyküsünde gizliydi. Osmanlı’da tiftik üretimi, 1220 yıllarında Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı.



70 yıl sonra Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nu kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu’ya getiren Süleyman Şah’ın torunuydu.



Süleyman Şah 1229’da ölünce oğulları Kayseri’den Ankara’ye kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleştiler ve bu bölgeyi yurt edindiler. O günden başlayarak Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşların ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi dünyada  Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.



Öteden beri Ortadoğu’da olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve halıları, (Selçuklu döneminde)kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de ) koruyorlardı. Başta tiftikten dokunan moher ye da sof  denilen pamuklu dokumalar ve ipekli kadifeler bunlar arasında yer alıyordu. 15. yüzyılda yeniçeri çuhası denilen kumaşlar da dış ülkelerde rağbet edildiği görülüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehrine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi.



Tıpkı ipek kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554’te bir çift Ankara keçisi bir “hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa‘da öyle büyük talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi. Avrupa, “bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara Keçileri satın,” diyordu. Osmanlı’nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı. Avrupa’ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik ipliği ve tiftik kumaşı satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı. Kalitesiyle rekabet edilemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa’lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı. Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için “burası tiftik kumaşı (sof) yeridir.. Bu kumaş da Ankara’ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik kumaşı dokumaktır. Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa’ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara'dan eğrilmiş ipliği alıp Fransa’ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı.” der. O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir , Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu. 




İngilizlerin kol gücünden makina gücüne geçmesi ve sömürgesi olduğu ülkelerde gerçekleştirdiği stratejilerle beraber Osmanlı kumaşına olan ilgiyi kademeli olarak azaltmayı başarmıştı. 1765'de James Watt'ın icat ettiği buharlı dokuma makinası ile ucuz maliyetli üretimlere geçen İngilizler, kumaş üretimini tehdit eden sorunlarla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlıyı.



Böylece, 1220’lerde Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı- Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıl sonra yani 1838’de tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla, kendi kaçınılmaz sonuna biraz daha yaklaşmış oluyordu.

Malèna


Film ikinci dunya savasi sirasinda sicilya'da gecen ve savasin dul biraktigi kadinin toplum tarafindan farkli sekillerde kabul gormesini anlatiyor. Ergenlik cagindaki bir cocugun da hayallerini susleyerek filme duygusallik ve komedi unsuru katan, fakat asil amacinin "toplumun deger yargilarini elestirmek" oldugunu dusundugum italyan yapimi bir film.


Cok surukleyici bir film oldugunu soyleyemem, yer yer duygusal-romantik, yer yer trajikomik oldugunu soyleyebilirim, iyi vakit gecirmek icin ve Monica Belluci icin seyre deger:)
Monica Belluci'nin kasabanın kadınları tarafından dövüldüğü sahne, unutulmayacak sahneler arasında..
erkeklerinin malena'ya karşı duyduğu arzuyu kıskanan kadınlar onu linç etmek isterler, onlara göre erkekleri baştan çıkaran kötü bir kadın ve bir numaralı vatan hainidir. amorrosso'ya göre de o sadece yalnız ve tüm olanlara rağmen hala çok güzel bir kadındır.

goya

“...karanlıklar içindeki yaşlı tanrı kendi öz oğlunu yemektedir çünkü çocuklarından birinin onu devirip yerine geçeceğinden korkmaktadır. O insanı kendi kendisinin en büyük düşmanı yapan herşeyin, sadece kötülüklerin ve zulmün değil ama aynı zamanda cehalet, şüphe, korku, hırs ve zayıflık gibi niteliklerin de özümsenmesidir.”




Pazartesi, Kasım 14, 2011

gördüğüm evsiz bir adam üzerine..

dünyanın en güzel ifadeli adamını gördüm geçende.


kendisini yürüyüşe gidip geldiğim yol üzerinde devamlı görüyordum, evsizdi, uydurma bir yatağı ile kendine has bir alanı vardı, her seferinde o mütevazi yatağında uyduğunu görürdüm, evsiz olduğu için, yatacak sıcak bir yatağı olmadığı için üzülürdüm de. 


önceki gün aynı yerde gördüm onu fakat bu sefer bir takım işlerle meşguldü, anladım ki onun da günlük yapması gereken işleri oluyor, yatağının(aslında yaşam alanın) düzgün olması, etrafının temiz olması gibi basit şeyler olmalı sanırım. dikkatimi çeken şey bunu yaparken ki ifadesi oldu. gülümser gibi ama işini de ciddi yapan bir adam ifadesi gibi. her türlü dertten, tasadan, dünyevi sıkıntılardan uzaklaşmış ve ben böyle çok mutluyum der gibi. aynen öyleydi..


o an biz diğer canlıların(kira ödeyen, araba kullanan, fatura bağımlısı) hayattan almak istediklerimizle ne kadar da meşgul olduğumuzu anladım. mutlu olmaya yatırım yapıyorken var gücümüzle ve almaya uğraşırken alacaklarımızı geleneksel yöntemlerle, sanırım bu evsiz perişan haldeki basit adam tüm alacaklarını almış hatta eminim hayatın ona veremediklerini de yastık altı yapmıştı.